#
1 Mart 1999 Sayı: 17
Merhaba Dostlar,
Gündem hayli kalabalıktı geçtiğimiz haftalarda. Apo'nun derdest edilip Türkiye'ye getirilmesi başlıbaşına tüm gündemi işgal edecek kadar önemliydi kuşkusuz. Ve yine kuşkusuz ki, bu gelişme tüm Türk Halkının içine umut kıvılcımları serpti. Moralimiz düzeldi, sokaktaki adamın bile kendine güveni geri geldi.
Aşağılanan, horlanan, Avrupa kapılarında yaptığı başvurular hep geri dönen, türlü gerekçelerle haklı talepleri geri çevrilen Türkiye sonunda, kurt misali ensesinin kalınlığını gösterdi ve kendi işini kendi gördü, kim ne derse desin. Medeniyet maskesi takınmış leş kargalarına, her ne kadar tepemizdeki mutad dönüşlerini sürdürmeye devam etseler de, Türkiye'nin bildikleri kolay lokmalardan olmadığı gerçeğini hatırlatacak bir hamle yaptı en azından. Devletlerarası hukuku göz göre göre ihlâl eden, hâlâ düşmanlık siyaseti güden, her geçen gün bu ülkenin başına yeni çoraplar örme girişimlerinde bulunan bu ölü yiyici medeniyet timsalleri, 15 yıldır üzerine oynadıkları en önemli kozu, kendileri için altın yumurtlamasını bekledikleri tavuğu tüyleri yolunmuş bir halde Türk özel timinin ellerinde görünce paçaları tutuştu. Zira, artık o tavuğun bir bir yumurtlayacakları, biliyorlar ki çürük yumurta olarak yüzlerinde patlayacak artık. Sahnedeki kötü performanslarının ödülü olarak tabi.
1. Dünya Savaşının ardından Avrupa sahnesindeki yerini "maşa" namı ile alan Yunanistan şimdiden erimeye başladı bile. Eee, çürük malzemeden yapılmış maşanın bunca dayanması bile mucize. Kolay mı ateşi tutmak! Düşünmeliydiler ki, zeneati ihanet olanla gerdeğe giren, doğacak çocuğun kimden olduğunu bilemez. Oysa biz biliyoruz ki, Apo'nun yakalanmasının doğuracağı olaylar, birbiri ardı sıra devrilen domino taşları gibi Türkiye üzerine oynanan oyunları, ve tezgahlayıcılarını bir bir açığa çıkaracak.
Kalem: Yazman
Aynıyla yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Yıl: 1972. Yer: Vize - Kırklareli.
Yamen'le tanıştığımda oniki yaşındaydım. Ortaokulda sınıf ve sıra arkadaşımdı. Ailesi Balkan göçmeniydi. Ayçiçeği sarısı saçları, güneşten kıpkızıl olmuş yüzünün üstünde boncuk gibi duran yosun yeşili gözlerine düşer, Yamen de nasırlaşmış elleriyle kıç cebinden çıkarttığı naylon tarakla düzeltirdi. Bu iş, her beş dakikada bir yaptığı bir tik, bir alışkanlıktı.
Erken gelişmiş kol kaslarıyla bilek güreşinde yenen hep o olurdu. Ellerinin neden böyle nasırlı olduğunu sorduğumda, "Abe susak, ben çikolata gofretle büyümüyom, pancar söküyom çapayla, gündönümü kafası dövüyom bu ellerle" derdi.
En iyi arkadaşım, sırdaşım, kankardeşim olan Yamen'in en çok hoşlandığı şey ise, bir sene evvel kaybettiği babasından sözetmekti. Ölen babası, o yaştaki her erkek çocuğu gibi onun da idolü idi. En kuvvetli, en akıllı, en bilgili, en en... rahmetli babasıydı.
Evlerinin neredeyse tüm diğer işleri gibi, geçimlerini sağlayan, dört mandayı otlatmak da artık onun göreviydi.
Yine de oyun oynamaya vakit bulabiliyorduk. Balık tutmaya, top oynamaya, kavga etmeye, define bulmaya daima birlikte giderdik... Bir gün münakaşa ettiğimizde, esmerliğimi kastederek "şopar" demişti bana. Kızmıştım, ben de ona "manda çobanı" demiştim. Oldukça içerlemişti lafıma.
"Abe şopar! Kolay mı sanırsın çobanlığı? Dört cana bakarım ben. Çobanlık peygamber uğraşıdır, üüüle herkes yapamaz be yav!"
Daha sonraki aylarda ve yıllarda birlikte manda çobanlığı yaptık. Manda sütünden yoğurt yapmayı, can sorumluluğu taşımayı ve hayal kurmayı birlikte öğrendik.
İki ortak düşümüz vardı Yamen'le. Çömlektepe'de gizli olduğuna inanılan Bizans definesini bulmak, daha sonra da bir roket satın alıp (!) uzaya gitmek. Aylarca, yıllarca Çömlektepe'de define aradık. Bu süre zarfında da gökte yıldız paylaştık.
Bir gün mutlaka gidecektik uzaya, mutlaka gidecektik, kaçarı kurtuluşu yoktu, sözünden dönen puşt olsundu!..
"Akşamları gökte yıldız paylaşırdık" demiştim ya; ıhlamur ağacıyla, ceviz ağacının arasına bir çizgi çekmiştik, sağındaki yıldızlar benim, solundakiler Yamen'indi.
Yalnız küçük bir sorunumuz vardı. DEMİRKAZIK (Kutup Yıldızı) tam ortada kalıyordu, ama zaten uzaya gidince görecektik kimin tarafında kaldığını.
Gidecektik! Ne pahasına olursa olsun gidecektik!
Gerekirse bulacağımız definenin hepsini harcayacaktık, hiç öyle meşin top, kızak, bisiklet gibi şeylerle çarçur etmeyecektik. GİDECEKTİK. O KADAR!..
Sonra, babamın tayini çıkınca Vize'den ayrıldık. Başka şehirler, okul, askerlik, işe girmek, evlilik, çocuk derken yirmisekiz sene geçti üstünden. Bu süre zarfında Yamen'le hiçbir kontağım olmadı. Yamen sadece siyah beyaz okul fotoğraflarında kalan bir çocukluk anısıydı. Taa ki 98'i 99'a bağlayan yılbaşı gecesine kadar. Israrla çalan telefonu açtığımda karşımda Trakya ağzı ile konuşan aşina ve sitemkâr bir es vardı.
"A be, kapçık ağızlı! Eeepten aykırı aykırı gidiyersin be yav, hiç aramassın surmassın. Yeni yılın kutlu olsun kızanım."
Yamen'di bu. Kankardeşim, sırdaşım, sıradaşım, ortaokul arkadaşım. 118'den bütün şehirleri tek tek ararmış. Birgün televizyonda ismimi görmüş, anlamış Ankara'da olduğumu. Öyle bulmuş beni.
O hâlâ Vize'deymiş, askerlik hariç hiç ayrılmamış Vize'den. Liseden sonra devam etmemiş, belediyede işe girmiş, çikolata gibi bir kızla evlenmiş, ben gibi kara bir kızı varmış, mutluymuş çok şükür.
"Haa, unutmadan," dedi. "Haberin olsun, Demirkazık benim tarafta, üüüle büüle annamam!" Kahkahalarla gülüştük, sanki yirmisekiz yıl değil de dün ayrılmıştık birbirimizden.
Bir ara, büyük bir ciddiyetle, neredeyse fısıldayarak;
"Urtak, Çömlektepe'den tarla aldım" dedi.
"Hayırlı olsun," dedim öylesine. Telefon ahizesinden azarlarcasına sitem boşaldı.
"Te be şopar, kara kafan küsbe mi doldu? Ben neye sebep almışım tarlayı Çömlektepe'den?"
Yamen neye ebep almıştı tarlayı Çömlektepe'den? Tabii ki, şu bizim bulacağımız Bizans hazinesi ve uzay yolculuğu hayalleri!
Sanki devlet sırrı iletircesine fısıldayarak; "Galiba, anlıyorum sebebini," dedim.
"Bir de televizyonda çalışıysin, hiç bir boktan haberin yok," dedi. "Amerika 2000 yılında 100 bin dolara isteyen herkesi mekikle uzaya çıkaracakmış." Çömlektepe'deki tarlayı birlikte ekip biçersek (!) bu yıl mahsulün çok bereketli (!) olacağını söyledi. Evi genişmiş, "çoluğu çocuğu topla gel, hanımlar tanışsın, çocuklar manda yoğurdu yesin serpilsin, biz de işimize (!) bakalım," dedi.
Tabi ya; yakışır mı bana kankardeşe verdiğim sözü unutmak? Ihlamur ağacının altında ahitleşmedik mi? Birlikte bulacaktık gömüyü ve birlikte gidecektik uzaya! Hem zaten birimiz gitse, ötekisi inanır mıydı, Demirkazık'ın kimin tarafında kaldığını söylediğinde?
Yılbaşından beri haftada bir telefonla görüşüyoruz Yamen'le. Çömlektepe'deki tarlayla ilgili olarak burada yazamayacağım bazı özel projeler konuşuyoruz.
Bu yaz çoluğu çocuğu alıp Vize'ye gidiyorum. Hanımlar tanışsın, çocuğum manda yoğurdu yesin de serpilsin diye. Ben de kankardeşim ile birlikte biraz tarla işiyle uğraşacağım!
Önümüzdeki sene de kısmetse, sırdaşım, urtağım (ortak) Yamen'le birlikte, Demirkazık'ın kimin tarafında olduğunu anlamak amacıyla biraz yükseklere çıkacağız. İnşallah ıhlamur ağacıyla ceviz ağacının arasına çizdiğimiz çizginin sağında kalıyordur. Eğer, solunda kalıyorsa gerçekten üzülürüm...
Yazımızda işlenen anafikirler demeti aşağıdadır.
Manda, ağırbaşlı olgun bir hayvandır. Söylenenlerin aksine, söğüt dalına asla yuva yapmaz.
Manda çobanlığı, asla hafife alınmayacak bir iştir, üüüle herkes yapamaz.
En iyi yoğurt manda sütünden yapılır.
Ne kadar absürd ve ütopik olursa olsun, düşlerinize asla ve asla ihanet etmeyin.
Gerçekte mutluluk kaynağımız düşlerimizdir. Onları unutmayın, yitirmeyin. Size yitirdiğiniz düşlerinizi geri verecek Yamen gibi bir dostunuz olmayabilir.
Yamen bir konuda yanılıyor; Demirkazık benim tarafımda!
Yaşadığım ve yaşamakta olduğum bu anı yazımı sıkılmadan okuyan tüm okurların gözlerinden itina ile öperim...
Sığır Çobanlarının Yakın Tarihimizdeki Rolü
Kalem: Esef
Elimde gerçekten çok ilginç bir kitap var. Adı “Ankara 1922”. Yazarları ise, hasta ve yorgun düşmüş olmasına karşın sömürgeciliğe karşı Mustafa Kemal önderliğinde savaşan bir ulusun, yeniden dirilişine tanık olan biri Alman diğeri Rus iki komintern gözlemcisi. Bu kitap, bir yandan yakın tarihimize ışık tutarken bir yandan da günümüzde Orta ve Yakındoğu ile Kafkasya’da geçen bazı olayları daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Hatta bölgenin geleceğine de ışık tutuyor. Kitapta anlatılanlar beni fazla şaşırtmadı. İlginç ve üzücü olan; “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünün birkez daha doğrulanması ve bizim olaylardan ders almamaya devam etmemiz.
Kitapta anlatılanları italik harflerle (yatık), belirtip, kendi görüşlerimi de ekleyerek aktarıyorum. Lütfen dikkatlice okuyun:
“YAKIN DOĞU’DA BEŞ KUVVET
Trabzon, 1922 Ağustos ortası
Savaştan önce, Ön Asya’da birbirleriyle çarpışan kuvvetleri saymak, güç birşey değildi. Bunlar, Anadolu’yu, Suriye’yi, Mısır’ı ya da İran’ı sömürmek için, Hindistan yolu için Karadeniz Boğazlarına egemen olmak için kendi aralarında çatışan Avrupa’nın emperyalist güçleriydi. Kayzer Almanyası ve Çar Rusyası bu yarıştan ayrılalıberi, meydanın Yakındoğu’da geri kalan rakiplerden yalnızca İngiltere ve Fransa’ya kalmış olacağı düşünülebilirdi.
Yine de bugün Ön Asya, İngiltere ve Fransa’nın bir sömürgesi olmaktan çok uzaktır. Bu iki devletin rakip durumunda olmaları zararların en küçüğüdür. Çok daha kötüsü, aralarındaki bu mücadele, yakın bir gelecekte, yalnızca eski emperyalist yöntemlerin silinip süpürülmesine yol açacak ve Fransızların olsun İngilizlerin olsun Yakındoğu alanlarından dışarıya atılmalarına varacak bir gelişmeyi hızlandıracaktır. Burada uğraş vermekte olan güçler hangileridir?
Bir kere sahneye çıkan bir başka emperyalist kuvvet Birleşik Devletler var. Zengin petrol bölgesi, ABD’ni direnilmez bir biçimde kendisine çekiyor. Amerika, bu bölgeye yepyeni yöntemlerle sızmaktadır. O, emperyalist tutkunun erişmeye çabaladığı şeyleri elde ediyor. Sürüm ve yatırım pazarlarını, ham madde kaynaklarını, en önemlisi de petrol rezervlerini elde ediyor. Ama bunlara <<kapitülasyon>>suz, ordusuz (Irak örneğinde olduğu gibi, dirençle karşılaşınca bugün orduyu da kullanıyor), askeri eğitmensiz ulaşıyor. Dolar, Kızıl Haç, Kutsal Kitap, Yanki emperyalizminin öncüleri bunlardır….
ÖN ASYA’DAKİ AMERİKA VE PETROL SAVAŞI
Samsun, 3 Eylül 1922
“Burada, Samsun limanında Amerikan bayraklı iki modern muhrip bulunuyor. Çok yıldızlı bayraklarıyla küçük motorlar, sürekli muhriplerle kumsal arasında gidip geliyorlar. Türkler, Amerikalıların neden burada olduklarını çok iyi biliyorlar: <<Korumak için>>. Ama kimi kime karşı koruyacakları belirsiz. Birleşik Devletlerin Avrupa’nın emperyalist güçlerinden tamamıyla farklı olduğundan ise her müslüman iyice emin.
Amerika’da 20. Yüzyıl başlarında bir Amerikan emperyalizmi olup olmadığı hararetle tartışılıyordu. Ve bugün bile Almanya’da, bir Amerikan emperyalizmi olduğunu kabul etmeyen ve Doğu’ya bu emperyalizmin girmesinden söz edildiği zaman burun kıvıran çok sayıda bilim adamı-tarihçi bulunmaktadır.
İngiltere’nin ve Fransa’nın, Ön Asya’da belli emperyalist çıkarları bulunduğunu ve bunları bütün askeri güç araçlarıyla savunduklarını herkes apaçık biliyor. Ya Amerika?.. İngiltere ve Fransa, hatta İtalya ve Yunanistan gibi, herhangi bir yere işgal ordularını mı sürmüştü?
Şüphesiz Ön Asya’da her yerde Amerikalılar bulunuyor. Peki ne işleri var? Öncelikle yokluk çeken halka yardım götürmek: açlığı gidermek, okuma yazma bilmeyenlere okumayı ve yazmayı öğretmek (Hangi dil ile? Arapça mı, Osmanlıca mı, Eski Türkçe mi? Yoksa İngilizce mi? Zira o sıralarda Anadolu’da Latin harfleri kabul edilmemişti), öksüz çocuklara sahip çıkmak hepsi hayırseverlik.”
Burada şu hatırlatmayı yapmadan geçemeyeceğim: Milli Mücadele’yi başlatmak için binbir güçlükle Anadolu’ya çıkan Mustafa Kemal, tüm engelleme çabalarına karşın 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresini toplar ve baskılara göğüs gererek Kongre kararlarına şu maddeyi de ekletir: “MANDA VE HİMAYE KABUL OLUNAMAZ” (Beyanname, madde 7.) Buna rağmen Amerikan mandası heveslileri Mustafa Kemal’i rahat bırakmamakta Erzurum’a telgraf üstüne telgraf çekerek baskı kurmaya çalışmaktadırlar. Bu kişiler arasında çok yakın dostları, hatta Halide Edip bile vardır. Benim burada asıl bahsetmek istediğim konu Amerikalıların sağladığı, sözde eğitim alanındaki yardımlardır. 5. Kafkas Tümeni Komutan Vekili Arif Bey Mustafa Kemal’e çektiği bir telgrafında şöyle diyor:
“1-Mustafa Kemal Paşa içindir: Bugün 25 Temmuz 1919 akşamı, Bekir Sami Beyefendi Amasya’ya geldiler… Kendisi aşağıdaki düşüncelerini arz etmekliğimi rica etmiştir: 2- İstiklal, elbette ki arzu ve tercih edilir. Ancak, tam istiklal istediğimiz taktirde vatanın birçok parçalara bölüneceği kesin ve şüphesizdir. Şu halde iki üç vilayeti içine alacak istiklale, vatanımızın bütünlüğünü garanti edecek mandaterlik (yabancı bir devletin himayesi) elbette tercih edilir. Osmanlı ülkesinin bütününe hakim meşrutiyetimiz ve dışarıda temsil edilme hakkımız eskisi gibi devam etmek şartıyla, belirli bir müddet için, Amerika mandasını istemeği milletimiz için en faydalı bir hal şekli kabul ediyorum. Bu hususta Amerika temsilcisiyle görüştüm… Aşağıdaki şartlar çerçevesinde Wilson’a, Senato’ya ve Amerika Kongresi’ne başvurulmasını teklif etti:
a-) Adaletli bir hükümetin kurulması,
b-) Eğitim ve öğretimin yayılması ve genelleştirilmesi,
c-) Din ve mezhep hürriyetinin sağlanması,
d-) Gizli anlaşmaların kaldırılması,
e-) Bütün Osmanlı ülkesinde geçerli olmak üzere, Amerika Hükümeti’nin bizi mandası altına almayı kabul etmesi” (Dikkat edilirse bunu kabul edecek olan biz değil, pek sayın Amerika Hükümeti, o da kabul buyururlarsa…"
Mustafa Kemal hemen bu telgrafa bir cevap gönderir hem de okkalı cinsinden. Ben yalnızca Amerika’nın yapacağı eğitim yardımı konusundaki cevabını buraya alacağım:
“…Öğretim ve eğitimin yayılması ve genelleştirilmesinden maksat nedir? İlk anda hatırımıza gelen, memleketin her tarafında Amerikan okullarının kurulmasıdır. Çünkü, daha şimdiden yalnız Sivas’ta yirmibeş kadar müessese kurmuşlardır ki, yalnız bir tanesinde bin beşyüz kadar Ermeni öğrenci vardır. Bu bakımdan, Osmanlı ve islam öğretim ve eğitiminin, yayılması ve genelleştirilmesiyle bu teşebbüsün bağdaştırılması nasıl olacaktır?.. Din ve mezhep hürriyetinin sağlanması maddesi de önemlidir. Patrikhanelerin imtiyazları dururken bunun farklı tarafı ve manası nedir?” (Nutuk I.Cilt sayfa: 107,108,109 Kültür Bakanlığı Yayınları 1980)
Yeniden kitaba dönersek, Amerika’nın pek de masum gözüken bu yardımlarının altında nasıl bir dümen yattığı, hemen sonraki paragraflarda kendisini gösteriyor.
“Bütün Ortadoğu’da, <<ARA>> denilen büyük Amerikan yardım kuruluşunun çok sayıdaki şubesi harıl harıl çalışıyor. Yalnız Anadolu’da 25 şubesi bulunuyor; ve bütün bir ülkeyi ayda 300.000 ila 500.000 dolar yutan hastane, okul ve başka hayırsever işletmelerden oluşan bir ağ kaplamaktadır. Her yerde halk bu tesisleri çok beğenmektedir ve Amerikalı zengin amcaya rağbet, görülür derecede artmaktadır. Amerika neden böylesine büyük tutarları harcıyor? Muhakkak ki Amerikalılar, askerlerini seferber etmekten başka şey bilmeyen İngilizleri ve Fransızları pek beceriksiz buluyorlardır. Amerika, halk üzerinde birliklerinin tamamen tersi bir etki yapan dolarları sürüyor… Doğu’daki bu ticaret nasıl kar sağlıyor? Amerikalılar kendilerine, haklı olarak, bizi seven, mallarımızı da memnuniyetle alacaktır diyorlar.
Aynı süreç Türkiye’de de yaşanmadı mı? II. Dünya Savaşının ardından İnönü Hükümeti’ne “Marshall Yardımı” adı altında çürük çarık mallar gönderilip karşılığında Amerikan mallarına pazar oluşturulmadı mı?
Gerçekten de bütün Yakındoğu ülkelerinde her çeşit Amerikan sanayii malının ithali giderek artmaktadır... Bu kadarla da kalmıyor imtiyazlar verilirken Amerikan kapitalizmi İngiliz ya da Fransız kapitalizmlerine tercih edilmektedir… Bütün Müslüman dünyasının nefreti özellikle Britanya emperyalizmine yönelik. Amerikan imtiyaz sahiplerine ise bambaşka gözlerle bakılmaktadır.
Örneğin Anadolu’da, Van –ülkenin doğusunda- yakınlarındaki petrol yataklarında Anglo-Persian Oil Co.nin (İngiliz petrol şirketi) hiçbir şansı yoktur, ama Standard Oil’in (Amerikan petrol şirketi) vardır. Türk Sanayi Müsteşarlığının başı Nizamettin Bey bu konuda bize şunları söyledi: “Petrol imtiyazının verilmesi ne olursa olsun gereklidir, çünkü bu yatağı şimdilik kendimiz işletecek durumda değiliz. Bizi ikinci bir Mezopotamya haline getirecekleri için İngilizler söz konusu olamazlar. Fransızlar da olamazlar, çünkü her şeyden önce, iktisadi olarak fazla güçleri bulunmamakta. Ve nihayet Almanlar, onları tercih ederdik ama sermayeleri yok. Yani geriye Amerikalılar kalıyor ki, büyük denizin ötesinde oturuyorlar ve tehlikeli bir sömürücü güç olarak gözükmüyorlar. Öteki doğal kaynaklar, yani bakır, demir ve kömür için de durum böyledir.”
Hiç sömürgeci olurlar mı canım! Bugün bile 18 Nisan seçimleri öncesinde, nabız yoklamak amacıyla ülkemize adamlarını yollamaları da iyi niyetten. Bize ve bölgeye pek düşkünler nedense!..
Bütün Ön Asya’daki Amerikan çıkarlarının odak noktası, yatakları bütün bu bölgeye yayılmış olan petrole sahip olmaktır. Van’ın, Musul’un, Kuzey ve Güney İran’ın petrol yatakları Bakü bölgesindekiler kadar verimli sayılmaktadır ve hatta Güney Rusya’dan Hindistan’a ve Malezya’ya kadar tek bir petrol bölgesinin aranması gerektiği düşünülmektedir…Amerikalıları Yakındoğu’daki petrol uğruna ne pahasına olursa olsun mücadele etmeye iten nedir?
1920 Nisanından beri Bakü bölgesi Komünist Rusya’nın kontrolünde bulunuyordu. Fakat Sovyetler Birliğini birbirine bağlayan zincirin 1991 yılında parçalanmasıyla birlikte ABD amacına ulaşmış oldu. Çoğunluğu Türki olan pek çok millet kendini bir anda ortada buluvermişti. Şaşkınlıkları tam olarak geçmeden Amerikalı amcaları imdatlarına yetişti. Ne tesadüf!.. 27 Mayıs 1992’de, CIA Ankara eski istasyon şefi Paul Henze’nin başkanlığını yaptığı Türk-ABD’li işadamları bölgeyi ziyaret ederek, yetkililerle ticaret konusunda ne yapılabileceğini görüştüler. Burada Türk işadamlarının, büyük balığı yakalamak için yem olarak kullanıldığına dikkatinizi çekerim. Bütün bu yalakalıklarımıza rağmen Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesini hala gerçekleştiremedik, o da başka mesele. Amerika 1991 Şubat’ında Irak’a saldırırken, topraklarımızı NATO kuvvetlerine açmış, böylece 1’e 3 alacağımız söylenmişti. Sonuçta burada da 3’ün 1’ni aldık.
Gerçi bugün Birleşik Devletler, Meksika ile birlikte dünyadaki petrolün 5/4’nü üretmektedirler ama aynı zamanda Amerika bütün geri kalan dünyanın dört ile beş katı petrol tüketmektedir. Son verilere göre:
1920’DEKİ VERİLER |
BİRLEŞİK DEVLETLERDE |
GERİ KALAN DÜNYADA |
BAŞLANGIÇTAKİ PETROL REZERVLERİ |
14 Milyar Varil |
60 Milyar Varil |
BUGÜNE KADARKİ PETROL TÜKETİMİ |
5 Milyar Varil |
4 Milyar Varil |
GERİ KALAN MİKTAR |
9 Milyar Varil |
56 Milyar Varil |
(Yalnızca bu rakamlara bakarak ABD’nin dış politikasını çözmek mümkün.)
Amerikalılar kendi petrol rezevlerinin aşağı yukarı 20 yıl içerisinde tüketilmiş olacağını hesaplamaktadırlar. (Şimdi bu hesaba göre II. Dünya Savaşını ve savaş sonrası oluşan yeni dünya haritasını, ve bugünkü durumu daha iyi anlayabiliriz.) Bu gerçeği gözönüne alarak Standart Oil, Güney Amerika’daki, Asya’daki ve Avrupa’daki petrol yataklarını ele geçirmek için uluslararası bir mücadele yürütmektedir. (Bkz. “Gölgelerin Gücü Adına…” Yer6 Dergisi sayı:14 sayfa:3) Dışarıdan bakan birisi için görünüşte petrolle hiçbir ilgisi olmayan pek çok siyasal nitelikteki dünya olayının arkasında gerçekte az ya da çok bu mücadele yatıyordu. (Bu görüşe en güncel örnek son günlerde Irak’ta tezgahlanmak istenen Şii ayaklanmasıdır…)
Her şeyden önce Musul’daki zengin petrol yataklarının her ne pahasına olursa olsun İngiliz tekeline geçmemesi gerek. İngilizler bugün San Remo’da, Fransızlar ve İtalyanlarla yaptıkları anlaşmalara güvenerek Musul’u süngüleriyle koruyorlar. Türkler bu cebri fiili kabul etmiyorlar. 1919’daki “Misak-ı Milli” de Musul’u gerçek bir Türk bölgesi ilan ettiler. Kendileri için, milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayini ilkesini bilindiği üzere aziz bir ilke alan Amerikalılar, Ankara’yı da bu çabasında tamamiyle desteklemektedirler. Çünkü Ankara hükümetinin Musul’u alır almaz imtiyazları Standard Oil’ vereceğinden çok eminler.
Kitapta, Amerika ve İngiliz petrol şirketleri arasındaki bu korkutucu rekabetin bazı uluslararası konferansların bile iptaline neden olduğu yazılmakta. Örneğin Cenevre Konferansı, Standart Oil tarafından dağıtılır. Nedeni ise Amerikalıların, Bakü ve Grosny petrol yataklarının tasarruf hakkının Sovyetlere verilmesi ve Rusya’nın da Britanya grubuyla çalışacağından korkmasıdır.
Amerikalıların İran’la ilişkileri dostanedir. Özellikle de İran’ın askerlerine maaş veremeyecek kadar kötü olan mali durumu konusunda çok endişeliler... Ödenmesi petrol ruhsatları biçiminde olacak bir borç konusunda görüşmeler yapılıyor. (Bu görüşmeler anlaşmayla sonuçlanır.) İran’ın güneyindeki petrol bölgeleri eskiden beri İngilizlerdeydi, kuzeyindekiler de Amerikalıların eline geçecektir…
En önemlisi ise, Amerikalıların gözlerinin, İngilizlerin Yakındoğu’ya girerken yaptıkları gibi, yalnızca bugüne değil, geleceğe de yönelik olmasıdır. Amerikan çıkarları için İngiliz planlarını boşa çıkarmak yaşamsal önemi olan bir şeydir. Böylece onlar için Britanya İmparatorluğunun er ya da geç çöküşü gerçekleşmiş olacaktır. İngilizler, Doğu’daki genç burjuvazinin (Genç Türkiye Cumhuriyeti) ilerici milliyetçi hareketinde kendilerine karşı müthiş bir düşmanlık görüyorlar. Doğu’nun sosyal düzenini altüst eden herhangi bir ilerici hareketten her şeyden fazla korkan feodal emirlerle birlik oluyorlar. (Günümüzde laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına uymadığı gibi...) Amerikalılar bütün Doğu’da milliyetçi hareketleri destekliyorlar, böylece Ermeni düşmanı Türkiye’yi rahatça fethedebilmek için, Ermeni mandasından vazgeçtiler. (Yazarın belirttiğine göre, bu tutum Amerika’da büyük tepkilere yol açmış insanlar günlerce gözyaşları dökmüştür.) Çin’de milliyetçi Wu-Pei-Fu’yu destekledikleri gibi, yarın en büyük nüfuzu elde edecek olanları bugün arkadaş ediniyorlar.
Bütün bunlarla Amerikalıların Asya’nın efendileri olacağı mı söylenmiş oluyor? (Bugün değil Asya’nın, Dünya’nın hakimi durumundalar. Eğer böyle devam ederse yarın kainatın hakimi olacaklardır.) Hayır, sadece şanslarının İngiltere ya da Fransa’nınkinden çok daha fazla olduğudur. Amerikalılarla, Doğu’nun gelişmekte olan burjuvazisi arasında, uzun vadede barış olamaz. Bu işin bir yanı. Aynı zamanda burada arkasında Sovyet Rusya’nın bulunacağı sınıf bilinci olan dev gibi bir sömürülenler ordusu büyüyecektir.”
Yazarın bu öngörüsü , II. Dünya savaşının ardından kazanan ülkelerin, (başta ABD ve Sovyet Rusya olmak üzere), dünyayı aralarında paylaşmalarıyla, iki süper gücün oluşması açısından gerçekleşmiştir. Ama sömürülen kesimler başka adlar altında sömürülmeye hatta kıyıma uğramaya devam etmişlerdir. Zamanla, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması gibi Büyük Britanya İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği de dağılmış Yugoslavya bir iç savaşa sürüklenmiş kısaca herşey Amerikalıların istediği yönde gelişmiştir. Tüm bu olaylarda ABD’nin ne kadar katkısı olduğunu bulmak yukarıdaki yazıyı okuyan sizlere düşüyor. Aralık 1996’da ABD Savunma Bakanlığı’nın katkılarıyla, Virginia’da gerçekleştirilen bir toplantıda eski ve yeni on CIA analisti, Türkiye’nin 2020 yılına kadar olan sürede geleceğini dört ayrı varsayıma göre senaryolaştırmışlardır. Bu senaryolardan biri de ABD’nin tam denetiminde ve Türkiye’nin federasyonlara bölünmüşlüğüne dayalı büyük bir “Türk federasyonu”dur. Osmanlı millet modeline benzer bu federal birlikte biraraya gelmek için ülke, toplulukların etnik, dinsel, mezhepsel örgütlenme biçimlerine göre, eğer bu olmazsa coğrafya özelliklerine göre federasyonlara bölünmeye zorlanacaktır.
Yazımın giriş bölümünde de bahsettiğim gibi eğer tarihten, öyle uzak değil yakın geçmişimizden ders almayı beceremezsek, dostumuzu düşmanımızı ayırt edemezsek, birbirimize sarılıp kenetlenemezsek daha çoook kurtuluş savaşı veririz. Ama unutmayalım bu kez başımızda Mustafa Kemal ATATÜRK gibi bir önderimiz olmayacak.
Empati
Kalem: Müzmin
Yunanistan'ın Türkiye Cumhuriyeti devletine, genel olarak Türk Ulusuna yönelik nefret ve düşmanlığını, nasıl bir ürküntü içinde yaşadığını, parakoyakça kendini sürekli Türklerle kıyaslamak durumunda hisseden bir acz içinde olduğunu, panikle yaptığı ve akılsızlık derecesine varan stratejik hatalardan biliriz, yıllardan beri tanık oluruz... Yine öyle oldu, öcalan macerasını bir Yunan misyonunda tamamladı. Bu çok şey ifade ediyor...
Yunan basını ve kamuoyuna göre Türkiye’nin sağı solu kuşatılmıştı, çatırdadı çatırdayacak, gitti gidecekti... Yakın zamanda teslimiyet içine gireceği umuluyor, ve bu teslimiyetten elde edilecek kazançlar hesaplanıyordu. Oysa, Türkiye'nin dış politikalarının ülke içi politik mekanizmalardan bağımsız işlediği gerçeğini öngöremediler. Türkiye'nin gün gelip de bu beladan kurtulmak için her türden olasılığı göze alabileceği, pkk'yi destekleyen ülkelere yönelik politikalarını (Avrupa da dahil) tümden değiştirebileceği gerçeğini öngöremediler. Ve bu ileri görüş eksikliği hazırlıksız yakalanmalarına neden oldu.
Yunan yetkililer, pkk'nin başı öcalan Türk yetkililerce başarıyla ülkemize getirildikten sonra, Yunanistan temsilciliklerine saldıran teröristlerin rehin aldığı Yunan yurttaşı kadın ile çocuğuna, Türkiye'de Türk ve Kürt insanlarına yaptıklarının binde birini yapmış olsa ne yapacak, ne düşünecek, kendi insanına nasıl hesap verecekti merak ederiz. Yunanistan'ın ve onu destekleyen sözde çağdaş, demokratik, insan haklarını gözeten Avrupa ülkelerinin öcalan'ın pkk terör örgütünün başı olduğunu, bu örgüt üyelerini insanlık suçu işlemeye yönlendirdiğini anlaması, bunu dile getirmesi için, illâ kendi insanlarının da canının yanması mı gerekiyor?
Utanmadan bu ölüm örgütünün terörist örgüt olup olmadığını tartışmaya açan, böyle bir iddiada bulunmak için kesin kanıtlara gereksinim olduğunda ısrar edenler, yiten 30.000 canı nasıl göz ardı edebiliyor? Kafatasçılığın bir yeni bir türünü icat etmiş olsalar gerek! Daha ne tür kanıtlar gerekiyor ikna olmaları için? Silahların ters yöne döndüğünü hissetmeleri mi? Ve öyle görünüyor ki, bu kendini bilmezler bundan ciddi biçimde korkuyorlar... Aksi halde, pkk'yi böylesine koruyucu ve kollayıcı bir tutum içine girmeleri nasıl açıklanabilir?
Empati, diğer bir deyişle, kendini karşıdaki kişinin yerine koyarak düşünmek, onun hissettiklerini anlayabilmek becerisi, sadece insanlararası ilişkiler açısından değil, uluslararası ilişkiler açısından da önemli anlaşılan.
Medeniyet bayrağını kimselere kaptırmayan, övünerek "batı" normlarından sözedenlerin de empati becerisini kullanabilmeleri dileğiyle...